03 Mayıs 2023 Çarşamba
Bülent ESİNOĞLU
Asker kökenli değilim.
Savaşların, siyasetin devamı olduğu kuramı, herkesin bildiği bir durumdur.
14 aydır devam etmekte olan, Rusya Ukrayna+NATO savaşını, elimdeki imkanlarla, izleyebildiğim kadarıyla izledim.
Hatta iddialı söyleyeyim, savaş izleme merkezlerinden (eğer varsa) daha çok izlemişimdir.
Çünkü bu savaş, tüm dünyaya, yeni bir şekil verecek olan savaşların ilkidir.
İkincisinin Tayvan olma ihtimali çok yüksektir.
Ancak dünya dengelerinin tahminimizden de hızlı değişiyor olması sebebiyle, hiç beklemediğimiz bir noktadan da devam edebilir.
Ukrayna ve Sudan’dan çıkarılacak çok dersler olduğu düşüncesindeyim.
Rusların Ukrayna savaşına girerken, Rusya’nın Afganistan işgalinden, çok önemli dersler çıkarmış olduğunu, çok rahat ifade edebiliriz.
Nedir bu dersler; Bir yeri işgal edebilirsiniz. Lakin orada kalabilmek işgalin kedisinden daha büyük zorlukları vardır.
Aslında işgali sürdürmek, savaşın kendisinden daha büyük maliyetler gerektirmektedir. Yakın zamandan ve kendimizden bir örnek, Suriye.
İkinci ve daha önemli ders; Afganistan İşgalinde, yıpranan Rus devleti ve ABD tarafından rejimi değiştirilen Rusya.
Komünizmin yıkılışı ve piyasa ekonomisine geçiş. Garbaçof, Yelsin ve Şivarnatzy
Amerika’nın Afganistan’da El Kaideyi kullanarak elde ettiği sonuçlar.
Bunu şunun için anlattım. Amerika Ukrayna savaşında, Rusya’yı Ukrayna’nın tümünü işgal konusunda kışkırtmaların alasını kullandı.
Rusya bu kışkırtmalara şimdiye dek prim vermedi.
Bahmut Yerleşkesi, Zaporajia’nın kuzey doğusunda, Ruslar tarafından kurulmuş, Ruslar dönemindeki adı Artamorsk olan bir yerleşke.
Maden yataklarının, tuz yataklarının ve karayolu ve demiryolu ulaşımının merkezi olan bir yer.
Bahmut, Rusya Ukrayna çatışmasının beş önemli cephesinden birisidir.
Ukrayna ordusunun, Rusya ile çatıştığı ve 9 aylık bir savaştan sonra Ruslar tarafından ele geçirilen bir cephe.
Aslında Ukrayna ordusunun ana karargahıydı.
Ruslar için burada savaş neden sorun oldu derseniz iki sebep var.
Birincisi NATO’nun sağladı askeri ekipmanların yığıldığı yer. 150-200 Ukrayna gücü var.
İkinci sorun, Rusların özel ordu dedikleri Wagner Paralı asker gücü var.
Ruslar için asıl sorun burada başladı. Düzenli ordu ile düzensiz özel kuvvetler arasında savaşın strateji konusunda anlaşmazlıklar çıktı. Bu cephede savaş uzadı.
Cephe savaşlarında paralı askerlerin kullanılamayacağı ortaya çıktı. Savaş sırasında, Wagneri dağıtmak, dereyi geçerken at değiştirmek misali pek kolay değildi.
Nasıl ki Irak’ta, Amerika, Blackwater ile başı derde girmişse, Bahmut’ta da Rusların Wagner ile başı belaya girdi.
Sonunda, açıklama geldi. Ukrayna savaşından sonra, Ruslar düzenli orduyla rekabet edecek Wagneri dağıtma kararı aldı.
Hani ülkemizde de çok tartışıldı ya. Küçük ordu, paralı ordu diye Mehmetçikten kurtulma çabası vardı ya. Neyse ki bin yıllık ordu geleneğimiz, ordunun özelleştirilmesine karşı durdu.
Ders 1- Cephe savaşlarında, düzenli ordu ile paralı ordu aynı yerde ve aynı anda bir arada bulunamaz.
Ders 2-Paralı ordu sınırlı sayının üzerine çıkarsa, Sudan’da olduğu gibi devleti yıkıp, kendisi devlet olmak ister.
3 Mayıs 2023, bulentesinoglu@gmail.com
3 Mayıs 2023
Yıldırım Koç
14 Mayıs cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimlerinden önce Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı önderleri, vaatlerinde, kesenin ağzını daha önce hiç yaşanmamış biçimde açtı. İlk kez 1973 yılındaki milletvekili seçimlerinde oy kullanmıştım. O tarihten beri de siyasi ve ekonomik gelişmeleri izlemeye ve öğrenmeye çalışan biriyim. İlk kez bu seçimlerde vaatlerde kesenin ağzı bu kadar çok açıldı, ekonomik vaatler bu denli öne çıktı.
Politikacılar halkın nabzını iyi tutan insanlardır. Halkın desteğini alarak seçim kazanacaksanız insanlarımızı iyi tanıyacaksınız. Deneyimli politikacılar bu işi iyi yaparlar.
Bu seçimlerde her iki kesimin de bugüne kadar tanık olmadığımız vaatlere sarılmasından bazı sonuçlar çıkarmak mümkün.
Birincisi, halkımızın çok büyük bölümünün siyasi tercihlerinin belirlenmesinde kısa vadeli ekonomik çıkarlarının ön planda olmasıdır. İnanç, etnik köken, geleneksel siyasi tercihler gibi etmenler tabii ki önemlidir. Ancak ekonomik sorunlar ağır bastığında, insanlarımızın büyük çoğunluğu açısından bu gibi konulardaki farklılıklar geri plana itilir. Ülke kaynaklarını biliyor ve ekonomik gelişmeleri izliyorsanız, size olağanüstü hayalci gibi gözüken bazı vaatler, insanların siyasi tercihlerinin belirlenmesinde ön planda olabilir.
İkincisi, Türkiye ekonomisinin tarihimizin en ciddi ekonomik kriziyle karşı karşıya bulunmasıdır.
Üçüncüsü, gelir ve servet dağılımındaki eşitsizlik ve adaletsizliğin had safhaya varmış olmasıdır.
Herkesin amatör iktisatçı haline dönüştüğü günümüzde, bol keseden vaatler seçim sonuçlarının belirlenmesinde çok etkili olacağa benziyor.
Tartışılması gereken konu, seçimler sonrasında bu vaatlerin ne kadarının gerçekleştirilebileceği ve beklentilerin karşılanamaması durumunda ortaya çıkacak toplumsal ve siyasal sonuçlar.
Türkiye ekonomisi gerçekten çok ciddi bir kriz sürecinde. Uçurumun kenarındayız, büyük bir ekonomik depremin arifesindeyiz. Bu krizin halk kitlelerinin yaşam standartlarına yansıması, alınan bazı geçici önlemlerle, bugüne kadar bir ölçüde ertelendi. Ancak her erteleme, olumsuz sonuçların daha büyümesine yol açıyor. Biriken sorunlar, seçimlerden sonra insanların yaşam standartlarını hızla düşürecek. Büyük bir şok yaşanacak. Sorunlar peyderpey gündeme getirilmiş olsaydı bir parça alışacak olan insanlar, birden patlayan sorunlarla şaşkına dönecek. Döviz kurları sıçrayacak; enflasyon oranı hızla yükselecek. Çok ciddi ve hızlı bir mutlak yoksullaşma, bugüne kadarki gelişmeleri bile aratacak şekilde, yaşanacak.
Böylesi bir olasılık ancak çok radikal bir ekonomik programla engellenebilir; ancak çok radikal bir programla halkın beklentilerini karşılayabilecek kaynaklar yaratılabilir. Dış kaynağa, diğer bir deyişle, dünyanın emperyalist güçlerine bel bağlayan çözümler hem gerçekçi değildir, hem de sorunları çözmediği gibi daha da artırır. Çözüm, ülkeyi, halkı ve devleti soyanların servetlerinin kamulaştırılması yoluyla kaynak yaratılmasıdır; devletçilik, halkçılık ve planlı ekonomidir. Vaatleri ve beklentileri gerçekleştirecek kaynağı yaratmak başka yollardan mümkün değildir. Seçimleri kazanma olasılığı olan kesimlerin ise böyle bir anlayışları ve programları yoktur.
Gelir ve servet dağılımındaki eşitsizlik ve adaletsizliğin iyice arttığı ve halkın çok büyük çoğunluğunun hızlı bir biçimde yoksullaştığı ve daha da yoksullaşacağı koşullarda, seçim propagandaları sırasında bol keseden yapılan vaatlerin yerine getirilmemesi, seçimler sonrasında büyük toplumsal tepkileri ve yeni siyasi arayışları gündeme getirecektir.
Türkiye’yi yönetenleri halkımız seçiyor. Halkımız da son derece pragmatiktir; en az risk ve çabayla en iyi sonucu almaya çalışır. Bunun da yolu seçimlerdir. Halkımız önce bol keseden yapılan vaatleri sınayacaktır. Ancak çok radikal tedbirler alınmadan ve uygulanmadan, ekonomik krizin daha da derinleşmesini önlemek ve insanların ekonomik kayıplarını telafi etmek mümkün değildir.
Bu koşullarda, son derece mantıklı ve gerçekçi olan halkımız, kısa vadeli çıkarları başka çare bırakmadığı için, farklı siyasi arayışlara girecektir.
Türkiye tarihinde ilk kez, geniş halk kitlelerinin kısa ve uzun vadeli somut çıkarlarının, ancak bağımsız ve demokratik bir Türkiye’de gerçekleştirilebileceği koşulları yaşıyoruz.
Böylesine deneyimli ve gerçekçi bir halkın güvenini ve desteğini kazanabilmek, onların öncülüğünü elde edebilmek, onları uzun vadeli çıkarları doğrultusunda bağımsız ve demokratik bir Türkiye ve sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya anlayışına ikna edebilmek ise ancak güçlü bir siyasi yapının altından kalkabileceği bir iştir. Kerameti kendinden menkul küçük yapıların, “ben doğruyu söylüyorum, beni izlesinler” anlayışıyla bu büyük görevin yerine getirilebilmesi mümkün değildir.
Türkiye’yi seçimler sonrasında yine çok ilginç bir süreç bekliyor.
Yıldırım Koç
Ülkemiz yabancı güçlerin saldırısı altında. Geçmişte bu saldırıların en önemlisi, Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğindeki Kurtuluş Savaşımız ile defedilmişti. Ancak saldırı günümüzde çeşitli biçimlerde sürüyor. Bu saldırılara karşı bağımsız ve demokratik bir Türkiye’nin varlığının korunabilmesi ancak milli birlik ve bütünlükle mümkün. Mustafa Kemal Paşa, emperyalist güçlere karşı bu birliği sağlamış, Cumhuriyet döneminde de bu birliği bir milli birlik haline dönüştürme mücadelesinde büyük başarılar elde etmişti. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti” denmişti. Milli birliğimizi korumanın ve güçlendirmenin önşartı, insanlarımızın kader birliğidir. Kader birliği ise zorlukların paylaşılarak aşılmasını gerektirir. Eğer toplumun bir kesimi büyük maddi sıkıntılar yaşıyor, diğer kesimi aşırı bir lüks ve israf içinde yüzüyorsa, milli birlik büyük zarar görür. Hele vatan savunmasında görev alanlar ağırlıklı olarak büyük sıkıntılar içinde yaşayanlarsa, vatan savunması da zorlaşır. Türkiye’de geçmişte de zenginler vardı. Osmanlı döneminde bazı devlet görevlilerinin öldükten sonra ortaya çıkan ve kayda geçen mal varlıkları dudak uçuklatacak kadar çoktu. Cumhuriyet döneminde de onlarca köye sahip olan toprak ağaları da, İkinci Dünya Savaşı sırasında karaborsadan büyük paralar vurup servetini har vurup harman savuran da, kolayca kazandığı paraları pavyonlarda yiyen müteahhitler de bilinir. Ancak o yılların sosyal medyası, yaşanan israfı ve lüksü bu kadar ortaya dökmezdi. Ayrıca ağalar aynı zamanda ağalıklarını da yapardı. Toplumsal sınıflar arasındaki yaşam tarzı bu kadar belirgin değildi. Günümüzde “orta sınıf ortadan kalktı” ifadesi çok yaygınlaştı. Bu tespit, toplumun çok büyük kesiminin hızlı bir biçimde yoksullaştığını, küçük bir kesimin gelir ve varlığının da arttığını ifade ediyor. Diğer bir deyişle, ülkemizde servet ve gelir dağılımı giderek daha da hızlanan bir biçimde adaletsizleşiyor. Bir tarafta bir kabana hiç düşünmeden 25 bin lira veya parçalanmış gözüken bir kazağa 21 bin lira verebilenler; diğer tarafta çöpten ekmek toplayanlar ve belediyelerin ucuz ekmek kuyruklarında yüzlerce metre sıra oluşturanlar var. Bu kutuplaşma milli birliğimiz açısından çok önemli bir tehdit oluşturuyor. İngiltere’de 19. yüzyılın ilk yarısında büyük toplumsal çatışmalar yaşandı, çünkü toplum zenginler ve yoksullar olarak ikiye bölünmüştü. İngiltere’nin ünlü başbakanlarından Benjamin Disraeli (1868 yılında ve 1874-1880 döneminde başbakandı) 1845 yılında yayımlanan Sybil veya İki Ulus isimli romanında, zenginleri ve yoksulları kastederek, İngiltere’de “aralarında hiçbir ilişki ve sempati bulunmayan; sanki değişik bölgelerde yaşayan veya farklı gezegenlerin yaşayanları imişler gibi bir diğerinin alışkanlıkları, düşünceleri ve duyguları konusunda cahil olan” “iki ulus” bulunduğundan söz ediyordu. (Semmel, B., Imperialism and Social Reform, English Social-Imperial Thought, 1895-1914, George Allen and Unwin Ltd., London, 1960, s.19-20) Friedrich Engels de 1844 yılında yayımlanan İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu kitabında bu ülkede burjuvazi ile proletaryanın ayrı birer ırk, ayrı birer ulus olduğunu belirtiyordu: “Bütün bunlar dikkate alındığında, bir süreç içinde işçi sınıfının İngiliz burjuvazisinden tümüyle ayrı bir ırk olmuş olması şaşırtıcı değildir. Burjuvazinin, yeryüzündeki her bir ulusla, ortasında yaşadığı işçilerden daha fazla ortak noktası vardır. İşçiler, burjuvazininkilerden farklı lehçeler konuşmakta, farklı düşünce ve ideallere, başka geleneklere ve ahlaki ilkelere, farklı bir dine ve diğer politikalara sahiptirler. Buna göre, (işçiler ve burjuvazi, Y.K.) ancak ırk farklılığının onları farklı kılabileceği kadar radikal bir biçimde birbirine benzemeyen iki ulustur.” ( Engels, F., The Condition of the Working-Class in England, Penguin Classics, London, 1987, s.150) Türkiye’de bugün yaşamakta olduğumuz bu ekonomik ve toplumsal kutuplaşma devam ederse, “bir devlet iki millet” olma tehlikesi artar. Böyle bir durum da ancak Türkiye’nin düşmanlarının işine yarar.
YILDIRIM KOÇ
Türkiye’nin toplumsal tarihinde ilginç bir süreç yaşıyoruz. Hayat, tüm emekçi sınıf ve tabakaları, giderek artan sorunlarının çözümü için ortak siyasi tavırlara zorluyor.
İşçilerin sorunlarının işyeri düzeyinde toplu iş sözleşmeleri ile büyük ölçüde çözüme kavuşturulduğu dönemler vardır. İşçilerin üyesi bulunduğu sendika, işverenle bağıtladığı toplu iş sözleşmesi ile ücretleri ve diğer çalışma koşullarını düzenler. Eğer genel ekonomik durum iyiyse, tarafların üzerinde anlaştığı koşullar insanları genellikle memnun eder. Ancak giderek derinleşen bir ekonomik kriz söz konusuysa, toplu iş sözleşmeleri veya bazı başka araçlar aracılığıyla sorunların çözüme kavuşturulması mümkün olmaz. Sorunların çözümü siyasi platforma kayar. Bu durumda, çok büyük çoğunluğu son derece sağduyulu, mantıklı ve gerçekçi olan işçilerimiz, siyasi alanda çözüm ararlar. Böyle bir süreçteyiz. Ayrıca diğer emekçi sınıf ve tabakalar da benzer bir durum yaşıyor.
Öncelikli sorun, yüksek oranlı enflasyonla gerçek ücretlerin eritilmesi. İşçiler arasında yaygın bir görüş, “verilen hak geri alınmaz”dır. Enflasyon, ücretler alanında verilmiş hakları geri almanın en etkili yoludur. Enflasyonla mücadele ise siyasal iktidarın görevidir.
Ayrıca, enflasyon oranının hesaplanması da sorunludur. TÜİK’in tüketici fiyatları endeksini (TÜFE) alalım. TÜFE’yi kim belirliyor? Siyasi iktidar. Doğru belirlediğine güveniyor ve inanıyor musunuz? Ben güvenmiyorum. Ancak bu TÜFE, toplu sözleşme kapsamındaki işçilerin ücretlerini, memurların ve sözleşmeli personelin aylıklarını, emekli-dul-yetim aylıklarını doğrudan etkiliyor ve asgari ücretin belirlenmesinde temel alınıyor. Enflasyonla etkili bir biçimde mücadele etmemenin ötesinde, TÜFE’yi gerçek düzeyin altında belirleyen siyasi iktidar, halkımızın çok büyük bölümünün gerçek gelirlerini düşürüyor.
TÜFE’nin işçi, memur, emekli, işveren ve hükümet temsilcilerinden oluşan bağımsız bir kurum tarafından bilimsel bir biçimde belirlenmesi siyasi bir taleptir. TÜFE doğru hesaplanmadan gerçek gelirler artırılamaz. Çözüm işyerlerindeki toplu iş sözleşmelerini aşar; tümüyle siyasidir.
Gelir vergisi dilimlerine bakalım. Yıllık 32 bin liraya kadarki gelirlerden yüzde 15 vergi kesiliyor. 32 bin ile 70 bin lira arasındaki dilimde gelir vergisi oranı yüzde 20. 70 bin liranın üstünde hemen yüzde 27 kesintisi başlıyor. Günümüzde yüzde 15’lik kesinti dilimi miktarı, brüt asgari ücretin 4,95 katıdır. 2002 yılında asgari ücretli bir işçi yıl boyunca sürekli yüzde 15 diliminden vergi öderdi. 2002 yılında asgari ücret 222 lira iken, yüzde 15’lik vergi dilimi 3800 lirada belirlenmişti. Vergi dilimi, asgari ücretin 17,12 katıydı. Hele 1999 yılında yüzde 15’lik vergi dilimi, asgari ücretin 25,62 katıydı. Siyasal iktidarlar, 1999’dan 2022’ye kadar asgari ücretli başta olmak üzere tüm ücretliler üzerindeki gelir vergisi yükünü iyice artırmış. Bu düzenlemeden ücret ve aylık karşılığı çalışan yaklaşık 21 milyon kişi doğrudan etkileniyor.
Bu olumsuz sürecin tersine çevrilmesi, vergi dilimlerinin asgari ücretle ilişkisinin en azından 1999 yılındaki düzeye getirilmesi gerekiyor. Tüm ücret ve aylıklıların bu ortak talebinin çözüm alanı siyasi. Toplu iş sözleşmesiyle alınan zamlarla bu sorunun çözülebilmesi mümkün değil.
Yeni bir gelişme, işçi alacaklarına uygulanan faizle ilgili. İşçilerin ücret, ikramiye, tazminat, vb. alacaklarında, bankaların uyguladığı en yüksek mevduat faizi işletiliyor. Bankaların uyguladığı en yüksek mevduat faizi ne? Siyasi iktidarın Merkez Bankası’na belirlettiği politika faizinin 3 puan üstü. Son kararla, politika faizi yüzde 10,5 olarak belirlendi. Buna göre, bankaların uyguladığı mevduat faiz oranı yüzde 13,5. Ancak TÜİK’in TÜFE’si bile yüzde 83,45. İşverenler ödemeleri geciktirdiğinde, işçiye ödenecek faiz yüzde 13,5’la sınırlı. Burada da işçilerin çok büyük kaybı söz konusu. Çözüm ise yine siyasi kararla olacak.
İşsizlik giderek büyüyen bir sorun. Devlet bu konuya doğrudan etkili bir biçimde müdahale etmeden, toplu iş sözleşmesiyle kazanılan haklar evdeki işsiz gençlerin ihtiyaçlarının karşılanmasına yetmeyecek. Çözüm toplu iş sözleşmesinde değil, siyasette.
Kur korumalı mevduat nedeniyle devlet bütçesinden ve Merkez Bankası’ndan toplam yaklaşık 900 bin zengine ödenen para 2022 yılı sonunda yaklaşık 250 milyar lirayı bulacak. Bu büyük kaynak, ücretlilerin ödediği gelir vergisinden ve ÖTV ile KDV gibi dolaylı vergilerden karşılanıyor. Halktan zenginlere çok büyük bir kaynak transferi söz konusu. Çözüm yine siyaset alanında.
İşçilerin staj dönemindeki sigortalılıklarının emeklilik açısından dikkate alınması, SGK prim oranları, emeklilikte yaşa takılanların taleplerinin karşılanması, yaşlılık aylığına hak kazanma koşullarının iyileştirilmesi, yaşlılık aylığı hesaplama oranının artırılması gibi isteklerin karşılanması da işyerlerindeki ilişkileri aşıyor. Çözüm siyasette.
İşsizlik ödeneğine hak kazanma koşulları, işsizlik ödeneğinin miktar ve ödenme süresinin artırılması da çözümü siyasi alanda olan talepler arasında.
Ücretleri düşüren ve çalışma koşullarını kötüleştiren diğer bir sorun da, yabancı kaçak işçilik.
Çözümü siyasi alanda olan daha başka birçok sorun var.
Asgari ücret, siyasi iktidarın temsilcilerinin kararıyla belirleniyor.
Çeşitli sahtekarlıklarla, asgari ücretin altında ücretlerle işçi çalıştırma uygulamasının önlenmesi siyasi iktidarın sorumluluğu altında. Birçok işyerinde İş Kanununun uygulanmaması da önemli bir sorun.
Kıdem tazminatına 12 Eylül Darbesi sonrasında getirilen tavanın kaldırılması siyasi kararla olabilir.
Sağlık ve eğitim hizmetlerinin özelleştirilmesi sonrasında bu alanda işçilerin yapmak zorunda kaldığı harcamalar arttı. Sosyal devlet veya Atatürk’ün halkçılık anlayışı, bu hizmetlerin devlet tarafından parasız olarak sağlanmasını gerektiriyor.
İşçi sağlığı ve güvenliğine ilişkin kanun ve yönetmeliklerin uygulanmasının sağlanması ve işyerlerinin denetlenmesi de siyasi iktidarın sorumluluğu altında.
Halkın büyük bölümünün önemli ölçüde tüketici kredisi ve kredi kartı borcu var. Uygulanan faiz politikaları nedeniyle bu alandaki yük artıyor.
Yargı sürecinin pahalılanması ve çok uzun sürmesi de halkın hakkını aramasının önünde önemli bir engel oluşturuyor. Bu sorunun çözümü de siyasi alanda.
Giderek derinleşen ekonomik kriz koşullarında, tüm emekçi sınıf ve tabakaların sorunlarının birlikte arttığı ve bu sorunların çok büyük bölümünün çözümünün siyasi alana kaydığı bir süreç yaşıyoruz. İşçi ve kamu çalışanı sendikaları konfederasyonlarının bu ortaklaşmış sorunların çözümü için birlikte etkili bir mücadele örgütlemesi olmaksızın, yalnızca toplu iş sözleşmeleri yoluyla giderek daha da artan bu sıkıntıların aşılabilmesi mümkün değildir.
YILDIRIM KOÇ
www.yildirimkoc.com.tr
İnsanlık tarihinde, askerlik alanında büyük zaferlere komutanlık edenler ve ayrıca politikada olağanüstü başarılar kazananlar vardır. Ancak bu iki alanda birden dehasını kanıtlayan çok az sayıdaki insanların başında Atatürk gelmektedir. Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş Savaşımızın daha ilk günlerinde, askeri zaferlerin ardından gerçekleştireceği büyük toplumsal ve siyasal devrimin çerçevesini çizmiştir. Bunun en önemli belgesi de, 13 Eylül 1920 günü Büyük Millet Meclisi’ne sunduğu Halkçılık Programı’dır.
Değerli araştırmacı Dr.Serdar Şahinkaya’nın DEVRİME DOĞRU İLK ADIM, MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN HALKÇILIK PROGRAMI (Telgrafhane Yayınları, Ankara, 2022) kitabı, 102 yıl önce, 13 Eylül 1920 günü Meclis’e sunulan Halkçılık Programı’nın öncesindeki gelişmeleri özetlemekte ve yorumlarıyla birlikte bu programın tam metnini vermektedir.
Dr.Serdar Şahinkaya Halkçılık Programı ile ilgili olarak şunları yazıyor:
“Halkçılık Programı, hem emperyalizme karşı tutumun hem de siyaseten kendine özgü ideolojik duruşun bir metni olarak yaratılmıştır. “Halkçılık Programı esas olarak Milli Mücadele’nin programıdır. “TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa’nın 13 Eylül 1920 günü Meclis’e sunduğu programdan anlaşılmalıdır ki, devlet kuran, devrim yapan kurucu iradenin partisi Cumhuriyet Halk Fırkası’nın adı daha o tarihte saptanmıştır. (…) “Programı bütünüyle gözden geçirmeden önce kritik önemdeki 8. maddeye bir göz atalım: ‘Türkiye Halk Hükümeti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur.’ Ve ‘Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ünvânını taşır.’ Daha önce olmayan bir kelimeden bahsediyor. Türkiye diyor. Gerçekten de daha önce Türkiye yoktu, Osmanlı devleti vardı. Bu bir devrimdir. Osmanlı devletinin üzeri bir kalemle çizilip üzerine Türkiye yazılmış değildir. Bunu pekâlâ kâtipler de yapabilirdi. Saltanatın üzeri Anadolu İhtilaliyle, süngüyle çizilmiştir. Bu yalın ve yakıcı gerçek hiçbir zaman unutulmamalıdır.” (s.49) “İstanbul’da bulunan Osmanlı Padişahına, Müslümanların Halifesine ve Osmanlı hükümetine isyan edilerek Ankara’da devrimci bir hükümet kurulmuştur. Meclisiyle, ordusuyla pratikte kurulmuş olan o devrimci hükümet, anayasasını da yapacaktır. İşte Halkçılık Programı, o anayasanın yani Teşkilât-ı Esasiye’nin özü-temelidir.” (s.50) Halkçılık Programı 13 Eylül 1920 günü Meclis’e sunuluyor ve 18 Eylül 1922 günü Meclis Genel Kurulu’nda okunuyor. Program’ın ilk dört maddesi de ayrıca Halkçılık Beyannamesi olarak kabul ediliyor. Dr.Serdar Şahinkaya 2003-2007 döneminde Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanlığı döneminde T.C.Cumhurbaşkanlığı Ekonomi ve Uluslararası İlişkiler Çalışma Grubu üyesi olarak görev yaptı. Bu görevi sırasında, Çankaya Köşkü’nde bulunan Cumhurbaşkanlığı Atatürk Arşivi’nden Halkçılık Programı’nın Osmanlıca orijinal metnini ve daktilo edilmiş olarak transkripsiyon metnine erişti. DEVRİME DOĞRU İLK ADIM kitabında bu metinler de verilmektedir. Dr.Serdar Şahinkaya, uzmanlık olarak Türkiye devrimi tarihini çalışanlara olduğu kadar, günümüzü ve Atatürk’ü anlamak isteyenler için de çok yararlı olacak bir kitap hazırladı. Halkçılık Programı’nın Meclis’e sunuluşunun 102. yıldönümünde bu önemli yapıtın hak ettiği ilgiyi göreceğini umut ediyorum.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.